- 0
- 0
- 0
- 0
- 0
- 0
Ortada bir sorun olduğu aşikar..
Ya reddedeceğiz, yokmuş gibi üzerini örtüp öteleyeceğiz ya da sorunlarımızın tanımlarını yapıp, çözüm yollarını arayacağız.
Birinci ihtimalde zaman kazanabiliriz. Bazı sorunlar konuşularak çözülmediği gibi bazılarında ise, ötelenen her gün sonrası için daha büyük ve karmaşık haller doğurur.
İkinci ihtimal ise zahmetli olandır. Zor olandır. İç muhasebe ve dürüstlük ister.
Nefisle, egoyla şiddetli ve istikrarlı bir mücadele ister.
İnsanın tanrılaştırıldığı, bencilliğin ve bireyselciliğin ahlak olarak kabul gördüğü bu zamanda çok zor bir yol..
Yinede ikinci yola talibim, zor olana. Çünkü bunu önce bir Müslüman olarak Rabbime, sonra beni dünyaya getirip yetiştiren ana babama ve bana çocukluğumdan yetişkinlik çağıma dek emek veren büyüklerime borçluyum. İnsan olarak, bir kargadan ve maydonozdan beni ayıran yaradılış gayeme ve mesuliyetlerime karşı manevi sorumluluklarım var.
*
Bahsettiğim meseleye bir isim vermeyeceğim. Konuya iyi niyetle yaklaşmayanlar tarafından her daim başka yönlere çekilmiştir. Samimiyetle çözüm arayanlar, meseleye kendi bakış açılarından anlamlar ve kavramlar yükleyince; kötülük peşinde koşanların yıpratıcı saldırılarına maruz kalmıştır. Ben böyle yapmayacağım.
Bir idealden bahsediyorum: “KARDEŞLİK”
ve bir isimden: “AHMET HOCA, Ahmet Erdoğan”
*
“Sizi biz kurtardık”
“Biz gelmeseydik..”
“Suyunuzu bile biz veriyoruz”
“Memurunuzun maaşını biz gönderiyoruz”
“Kuzey Kıbrıs Türkiye Cumhuriyeti”
“Lefkoşe”
“Bırakalım Rumlarla yaşasınlar..”
*
Sanırım şu hayatta, okul ve akademiye dair tek başarım, Türk
Maarif Koleji’ne girebilmektir. O da annemin babamın zorlaması ve
gayretleriyle. Zor bir okuldu. Müfredatındaki tek Türkçe ders, Türkçe ve Tarih
dersleriydi. Bir de, arada sırada ortaya çıkan Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi.
Devleti yönetenler ve müfredatları hazırlayanlar, ahlakımıza o kadar eminlerdi
ki bu dersi fuzuli saymışlar.
Ne kadar da haklı oldukları ortada (!).
Zorlanıyordum. Zaten tembel bir öğrenciydim. Bu hiç değişmedi. Genel olarak tembel bir insanım. Şu an okuyup, yazmaya çalışıyorsam yine ilk paragraflarda bahsettiğim sorumluluk duygusuyla yapıyorum. Mümkün olsa, münzevi bir derviş olarak Horasan’da yaşamayı tercih ederdim.
Köyde bir öğretmen vardı. Ahmet Hoca. Ortaokul ve lise derslerine yardımcı etüdler yapıyormuş. Ana baba gitti konuştu Ahmet hocayla. Halden anlamış ki, ücret talep etmeden beni derslerine kabul edeceğini söylemiş. Öyle de oldu. Üç yıl boyunca, aynı ilkokuldan mezun olup, halen aynı okulda okuduğum ve aynı köyde yaşadığım akranlarımla kurslara katıldım. Matematik, fizik ve kimya dersleriydi galiba; tam hatırlamıyorum.
Müthiş sempatik, şakacı, babacan ve bir o kadar da otoriter bir adamdır Ahmet Hoca. Hem size evladı gibi yaklaşır hem de durmanız gereken yeri gösterir. Alışkındım bu mizaca, babamdan.
Ahmet hocanın bende istikbal gördüğünü ama benim tembelliğim yüzünden hep hayal kırıklığına uğradığını biliyorum. Karşılıksız iyilik yapıyordu ama beklediğini alamıyordu. Tek beklentisi, çalışkan bir öğrenci olmamdı. Olmadı. Fakat, üç sene boyunca tek bir an dahi bunun pişmanlığını görmedim yüzünde. Tek bir bakışına, sözüne şahit olmadım. Kimse bilmedi, anlamadı benim durumumu. Kim bilir başka kimlere benim gibi, karşılık beklemeden hocalık yapıyordu da biz de onları görmedik bilmedik.
“Oğlunuz, ona verdiğim emeği hak etme gayretinde değil” deseydi ve ders ücretini talep etseydi; boğazımızdan tek bir haram lokma geçirmeden, durmadan çalışarak bizleri ve koca evi tek bir asgari ücretle aslanlar gibi; 40 sene boyunca kimseye incitici tek bir söz, aldatıcı tek bir laf, hareket etmeden geçindiren, büyüten; vazifesini hakkıyla ve çok daha fazlasıyla yerine getiren BABAM bunu da kabul edecekti. Fakat Ahmet Hoca böyle yapmadı. Üç yıl boyunca bana emek verdi, ne beni incitti ne de arkadaşlarımın yanında incineceğim tek bir söz söyledi. Öyle sanıyorum ki, bana fazladan bir hassasiyetle yaklaştı. Belki bir hareketinden, sözünden, bakışından alınganlık yaparım da kırılırım diye..
Türkiye’ye gitmiştik, yaz tatiliydi. Ahmet Hoca’ya bir hediye almak gerekirdi, ailem teşekkür etmek istiyordu. Güzel bir duvar saati almıştık. Büyük. İçinde camii ve minareler vardı. Elektriğe takılınca minarelerin ışıkları yanıyordu. Buraların alışık olmadığı bir Konya saati. Kıbrıs’a döndük ve hediyemi hocaya getirdim. Sevindi, teşekkür etti, hediyemizi kabul etti. Sonra o saati, derse gelen tüm öğrencilerin görebileceği bir yere koydu. Herkes gördü ve benim hediyem olduğunu bildi. O saat belki O’nun anlayışına, aile gelenek ve kültürüne, ne bileyim iç dekorasyonlarına, zevkine uygun değildi. Alıp garaja kaldırabilirdi. Camili, minareleri, ışıklı bir saat pekala şaka konusu olabilirdi. Fakat O, bunu göze aldı. Almayabilirdi..
Üç senenin sonunda artık okulun orta kısmı bitip liseye geçeceğimiz dönemin yaz tatilinde, tatil boyunca gidip Ahmet hocaya işlerinde yardım etmek istedim. İyi bir su markasının bölge bayisiydi sanırım. Damacana su taşıyacaktım tatil boyunca, yardım edecektim. Teşekkür etmek istiyordum aslında. Kabul etti, çalıştım. Çalıştım mı, kaytardım mı onu da hatırlamıyorum açıkçası. Fakat tatil sonunda para almayacaktım, para için yapmamıştım. Gün geldi, hoca çek defterine hakkım olandan fazlasını yazdı, bana verdi. Alamazdım. Israr ettim, direttim ama olmadı. Onu da aldırdı bana.
Üç yıllık hocalık ve üç aylık ustalıktan sonra, liseye geçerken hoca bana dedi ki: “Derse beraber geldiğiniz arkadaşlarınla konuş, ortaokul bitti mezun oldunuz. Kimler lisede de derslerimize devam edecekmiş öğren ve bana söyle”. Neden böyle bir şey istediğini hiç anlamamıştım. Herkes pek ala kendisi bunu söyleyebilirdi.
Sonra anladım, ders genel itibariyle devam etmeyecekti ve sadece benim derse alınmadığımı düşünmeyeyim diye diğer arkadaşların da durumlarını göreyim istemişti.
Dediğim gibi, üç yıllık hocalık, üç aylık ustalık; alan el değil veren el. Bir gün incitmedi beni. Bu, büyük bir ahlaktır. Bu satırları okuyan kaç kişi, bu ahlak için kendine kefil olabilir, kendinden emin olabilir?
*
Tüm bunları, dokunaklı ve romantik bir hikaye olsun diye anlatmadım.
*
Bir tarafta Ahmet Hoca duruyor.
Bir tarafta, her fırsatta şahsiyetsizce kendini ve yakın tarihini tatmin için, imparatorluk kibrini semirmek için türlü hakaret ve ithamlarla öfke kusan sosyal medya trolleri.
Bir tarafta Ahmet Hoca ve tüm diğer örnekler duruyor; 46 yıllık yaşanmışlıklar.
Herşeye, devleti yönetenlerin vurdumduymazlıklarına, umursamazlıklarına, İngiliz’in, Rum’un, Yunan’ın, Yahudi’nin, Rus’un ve dahi içimizdekilerin; yılmamızda, yıkılmamızda, kavga etmemizde, ayrılmamızda çıkarı olan tüm odakların ve organizasyonların fitne çarklarına rağmen bir arada yaşamayı başarabilmiş insanlar, bizler duruyoruz.
Diğer tarafta, tarihinden bihaber, gelecek ufkundan yoksun, gündelik öfke ve hazlarla ömrünü sürdüren cahiller sürüsü. Hem Kıbrıs’ta, hem Türkiye’de.
*
Yapmayın.
Her olumsuzlukta, canınızı sıkan her olayda artık mide bulandıran ve “al kolumu kestim, bitsin bu diyet” dedirtecek başa kakmalarla arzuladığımız bağları inşa edemeyiz. Aksine, yukarıda bahsettiğim fitne çarklarına su taşımış olursunuz. O kardeşlik ve dostluk vardır, nasıl yarım asırdır bir ve beraber yaşayabilirdik. Eksiklikler, marazlar olacak, hiçbir zaman bitmeyecek. Asgari seviyeye çekmek için “yaşamaktan” başka yol yok. Yaşayacağız, insan gibi. İnsan olacağız önce.
*
Dediğim gibi, tüm bunları, dokunaklı ve romantik bir hikaye olsun diye anlatmadım.
Kendimize gelelim, birilerine nankör derken esas nankörlüğü biz yapmayalım diye anlattım.
Ortada bir adaletsizlik, çifte standart, ötekileştirme varsa bunu biz yaşadık ve evet yaşıyoruz.
Fakat, Lefkoşa’nın sokaklarında muzaffer komutanlar gibi yürüyüp “burayı biz kurtardık” demekle hak hukuk mücadelesi verilmez.
“Suyunuzu biz veriyoruz” demekle imtiyaz sahibi olmazsınız. Ya da Kırşehir’den, Çorum’dan, Mersin’den #kıbrısrezelati başlığıyla tivitler atarak Larnaka’yı, Limasol’u geri alamayız.
*
Kendinize gelin, yarım asırdır öyle veya böyle beraber yaşayan soydaş ve dindaşların arasını açmayın.
Ahmet Hoca ile aranızda seçim yapmak zorunda bırakmayın bizi.