- 3
- 1
- 0
- 0
- 0
- 0
Bu yazı subliminal bir mesaj içermemektedir. Doğrudan, dümdüz ve bodoslama bir şekilde, başlıktan da anlaşılacağı üzere artık zorunluluk haline gelmiş bir realitenin belki de bir Don Kişot edasıyla dışavurumudur.
Filhakika, mevzumuz bir çatışma yaratmak da değildir.
Kendimizce inandığımız bir hakikatin, dilimiz döndüğünce ifşasıdır.
Kırkıncı yaşımıza bastığımız 2020 yılı içinde, şu son zamanlarda yaşadığımız korona illetiyle birlikte, bir daha yüzümüze bir Osmanlı tokadı gibi nakşedilen ve neredeyse vaciplikten çıkıp farz seviyesine ulaşan yarım asırlık bir hakikat.
Kanaatimizce Kıbrıs meselesinin kök nedeni, tek kelimeyle bir “egemenlik” mevzusudur. Ya da daha açık bir şekilde yazacak olursak Kıbrıs Türk Toplumunun (!), Rumlar tarafından eşit egemenliğinin kabul edilmeyip, bir “azınlık” olarak idrak edilmesidir. Bu duygu ve düşüncelerin Rum toplumunun kahir ekseriyeti tarafından kabul gördüğü sarih bir şekilde ortadadır. Ne kafatasçı bir milliyetçilik, ne de hamasi bir edebiyat yapma peşinde, derdinde değiliz. Bizim söylemlerimizden bağımsız olarak, zaten bu mevzu yarım asırdan fazla bir süredir neticesiz bir şekilde ortadadır. Rum bir bireyi, kanı ve ırkı üzerinden yargılamak ne haddimizedir ne de şiarımızda mevcuttur. Yalnız güdülen politikaların ve yapılan haksızlıkların ceremesini, ta başından beri bizim toplumumuz çekmektedir. Buna tepki koymak da elli yıldır yok sayılan, varlığı görmezlikten gelinen, dünyada bir hayalet muamelesine maruz kalan her bir KKTC’li bireyin hem hakkı hem de vazifesidir.
Şimdiye kadar güya bitip tükenmez görüşme süreçlerine fayda getirmesi ve barışa katkı sağlaması gayesiyle, güven artırıcı önlemler başlığı altında vay efendim korolar söylendi, vay efendim iki kesimli geziler düzenlendi.
O tarafta biraz cami, bu tarafta ise biraz kilise onartılıp ayinler de düzenlendi. Hem mayınlar temizlenip, bir takım sanat eserleri de değiş tokuş edildi. Telefonlar da mamırladırılıp alo-alo denildi. Son olarak ise iki gancelli daha açıldı. Açıldı açılmasına da…
Tüm bunların egemenliğimizden vazgeçeceğimiz güne kadar sürdürdükleri oyalama taktiklerinden başka bir şey olmadığı, kör göze parmağı sokan, gözle göremediğimiz bir virüs neticesinde daha da aşikâr bir şekilde ortaya çıktı.
Yarım asırdır, BM kararları ve dünyanın sırt sıvazlamasıyla elde ettikleri avantajlı pozisyonla sürüncemde bıraktıkları bu mesele yüzünden, 63-74’ün daha geniş bir versiyonu olan getto dönemine dönüverdik bir virüsle. Öncesinde basireti bağlı bazılarımızın tam olarak göremediği ama şu anda çok daha ayan beyan ortaya çıkan durum şudur ki, teşbihte hata olmaz, nefesimizin kesildiği bu dönemde yine Türkiye bize nefes oldu.
Yeryüzünde tüm insanlığın yaşadığı bu dram dolu günlerde tüm pencere, panjur ve gancelliler kapandı. Telefonlar da kesildi. Pandemiyle mücadeleye devam ederken bir yandan da ekonomik sıkıntılar sarmalında boğuşan ülkeme, sözde cumhuriyet için AB tarafından ayrılan 800 milyon euronun (6 milyar TL) sadece 5 milyon Euroluk (36 milyon TL) tıbbi malzeme yardımı reva görüldü. Yazıyı yazdığım saatlerde de, bu yardımın dahi bize ulaştığına dair bir bilgi mevcut değildi kamuoyunda. Bu her zaman olduğu gibi ağzımıza bir parmak bal çalmakla eşdeğer bir durumdan başka bir şey değildir. Bu meblağı nüfus ile orantıladığımızda dahi ortaya çıkan tablo, bir azınlığa dahi reva görülecek bir miktar değildir. Aynı zamanda pandemiyle mücadele sadece sağlık mücadelesi değil, bir taraftan da ekonomiyi ayakta tutabilme mücadelesidir. Bunu da maske, dezenfektan ve solunum cihazıyla gerçekleştiremeyeceğimiz ortadadır. İngiltere’den uçak dolusu gelen vatandaşlarımız doğrudan Larnaka’ya değil, Türkiye üzerinden Ercan’a iniş yapabildi. Hâlbuki İngiltere’den gelen neredeyse tüm vatandaşlarımızın sözde Kıbrıs Cumhuriyeti kimlik kartını taşıdıklarını da düşünecek olursak, bu topluma güven vermenin tam zamanı değil miydi? Bu süreçte dahi güven artırıcı önlemler mahiyetinde bize güven telkin etmeyen, birlikte hareket etmeyen, birlikte çözüm üretmeyen, belki de bir kuşağı ölüme terk eden anlayış, şu saatten sonra nasıl bir güven verecek merak ederim. Bizim için güven, iyi günde Trodos’ta gezme tozma, Karpaz’da ayin yapma ya da Lidra’da, birlikte barış naraları atma değildir. Ölümün kıyısında, uçurumun kenarında olduğumuz şu dönemde iyi niyet görebilmektir, sırt sırta verebilmektir. Peki, bu süreçte görebildiğimiz nedir? Her zaman olduğu gibi, ilişkiler son zamanlarda malum sebeplerden dolayı her ne kadar çok iyi olmasa da, Türkiye Cumhuriyeti’nin çuvallarla gönderdiği 72 milyon TL, uçaklar dolusu tıbbi malzeme ve varlığından duyduğumuz güven.
Acil tıbbi malzemeleri getirmek için gökyüzüne havalanan Mete Bey’in uçağının rotası Türkiye idi. Ruhları şad olsun, bir zamanlar bereketçilerimizin kayıklarının rotası da Türkiye idi. Her ikisinin gayesi de dünyanın tanımadığı bu toplumu dünyada var kılmaktı. Belki bir Thomas More’un ütopya adası olmasını hayal ettiğimiz bu survivor adasında hayatta kalma, ayakta kalma mücadelesi idi.
AB’nin ve NATO’nun varlığının tartışıldığı ve tüm dengelerin değişime açık olduğu şu zaman diliminde, KKTC’nin yokluğunun da tartışılma zamanı gelmiştir.
Artık BM’ye dünya beşten büyüktür diye haykırabiliyorsak, KKTC’nin tanınmaması yönünde aldığı kararların birer ayet olmadığını da tüm haklı sebeplerimizle birlikte haykırabiliriz. Yanlış değilse BM’ye üye olan ve tanınan irili ufaklı 193 ülke(devlet) var yeryüzünde. KKTC’nin 194. devlet olarak tanıtılması için şu anda tüm koşullar oluştu. Annan Planı sonrası yitirilen bu fırsat, bir virüsle birlikte yeniden zuhur etti. Olabilir ya bizim şer gördüğümüzde hayır, hayır gördüğümüzde şer vardır.
Elli senedir oturup ezop masalları, andersen masalları dinlediğimiz masaya sağlam bir tekme atıp, BM nezdinde tekrardan girişimlerin başlatılmasının vakti gelmiştir demeyeceğim, çünkü vakit çoktan geçmiştir. Sebebi de hem statüko dediğimiz bu yapıdan nemalanıp semirenler hem de KKTC’nin tanınmasını B planı olarak bile söylemeye cesaret edemeyip yıllardır ülkemde kör dövüşünü sürdüren zihniyettir.
Kâbe’si, Leylası federasyon olan ve gayesi dünyanın bütün işçilerini birleştirip güya halkların kardeşliğini tesis etmek olan ütopyacı anlayışın ve mevcut düzenden istifade edip değişmesini istemeyen felsefenin sonunu belki de baş belası bir virüs getirecektir. Artık Atatürk Stadyumunda MTG-Barselona ya da Doğan- Fenerbahçe maçı izleme zamanı, artık KKTC’nin Washington, Moskova, Londra, Paris, Roma, Tahran, Bakü… büyükelçiliklerini, konsolosluklarını açma zamanı, artık “made in TRNC” mührünü dünyaya vurmanın TAM ZAMANI.
(Not: Kör gözü görmeyen değil, gözü gördüğü halde idrakı, basireti bağlı olandır…)