Nerede başlar bir insanın tarihi ve nerede biter? Kısa ve basit bir şekilde cevaplayacak olursak anne rahmine düşmesiyle başlar ve son nefesini verip toprak olmasıyla biter. Tabi bu işin tamamen materyalist boyutu. İnsanı bir madde, bir nesne, bir şey olarak tasavvur ediyorsak, tarihi ancak bu şekilde özetleyebiliriz. Evvelinin ve ebedinin ifadesiz olduğu, mevsimlik bir ot gibi, önce tohumdan yeşeren, bir müddet fotosentez yapan, nihayetinde kuruyup toprağa karışan amaçsız bir yaşamın objesi. Evvelin önemi yok, ezeli “benden sonra tufan”.
Goethe der ki üç bin yıllık tarihini bilmeyen insan günübirlik yaşayan insandır. Bu perspektiften ben olayı abartıp, biraz daha gerilere gideceğim. Tarihi galu belada “elestü birabbiküme” dayanmayan insan, ruhu maddenin içine hapsolmuş, mahdut bir insandır. Bu şuurla, ruhların yaratılışı ile başlayıp, Hz. Âdem ile devam eden ve sonsuzluğa doğru akan tarih bizim tarihimizdir. Yokluğu yok eden tarih bizim tarihimizdir. Hülasa, itikadımızca fiziksel varlığımızdan evvel vardık, fiziksel yokluğumuzdan sonra da var olmaya devam edeceğiz.
Yeryüzünde söylenmedik söz yoktur derler. Bu minval üzere, bizim şu anda yaptığımız, belki de yüzyıllar sonrasından günümüze baktığımızda, hayatta unutulmaya mahkûm, yalnızca tekerrür zincirinin bir halkası olan ifadelerden başka bir şey değildir. Yalnız, tarihin akışı da bu söylemler neticesinde kuşaktan kuşağa aktarılır. Tarih yazmak tarih yapmak kadar önemlidir dense de, o yapılan ve yazılan tarihi nesillerin ruhuna ilmek ilmek işlemedikçe nafiledir.
Bu yazıda dikkat çekmek istediğim husus tam da budur. Kanaatimce, büyük Türk-İslam medeniyetinin bir parçası olan bu topraklar üzerinde, yapılan ve yazılan tarih günümüzde unutulmuş, unutturulmuş, belli bir zaman dilimine hapsedilmiş, sığ bırakılmış ve yeni kuşakların ruhuna, dimağına kazınamamıştır. Aşağı yukarı 450 yıldır varlığımızı, egemenliğimizi sürdürdüğümüz bu topraklarda, şöyle bir beyin fırtınası estirdiğimde gördüğüm şey, sanki de bu memleketin ve üzerinde yaşayan insanların tarihi en fazla 1950 yılına kadar gitmekte ve bundan öncesi sanki hiç yokmuş gibi, sanki hiç yaşanmamış gibi bir algı zuhur etmektedir. Bu algı neredeyse genç neslin ekseriyetinde sıfır noktasına inmektedir. Ortaokul ve lise müfredatında donuk bir şekilde gençliğe aktarılan yazılı tarihin güncel hayattaki yansıması pek etkisiz kalmaktadır. Geçmişinden aldığı güç ile geleceğini inşa edecek gençlik bu konuda büyük bir boşluk ve buhrandadır. Bu sebeple yazının başlığı yeni nesil jargonu ile yeni nesile derin tarihini sorgulatacak bir gaye güdülerek karalanmıştır. Neticede Kıbrıs Türkünün tarihi geçmiş üç beş yıla değil, gölgesine sığınılacak ulu bir çınar gibi, kadim bir zeytin ağacı gibi bin yıllara uzanan bir tarihtir. Nur Dağından Dandanakan’a, Malazgirt’ten Söğüt’e, İnebahtı’dan Çanakkale’ye, oradan da Kasım 1983’e akan tarih, nevi şahsına münhasır Kıbrıs Türkü’nün tarihidir. Ne Türk’üz, ne Rum Kıbrıslıyız Kıbrıslı gibi mesnetsiz, köksüz, suni ve sığ bir algı yönetimi ile gençliğin zihni ifsat edilmeye çalışılırken, bu durum karşısında sükût etmek vicdanlara züldür. Bu cihetle bu yazı, Zümrüdüanka misali küllerinden yeniden doğacak ve kadim medeniyetinin mefkûresini ruhlarda yeniden canlandırmaya, karıncanın ateşe su taşıması misali gibi de olsa, hizmet edecekse, amacına ulaşmış sayılacaktır.
O halde soruyu bir kez daha soralım Kıbrıs Türkü’nün tarihi nedir kanki? diye ve cevaplayalım. Vakti zamanında yaptığın, yazdığın ama şu an unuttuğun ya da tüm benliğin ile hissetmediğin tarih, tarih değildir kanki.
1570’de İstanbul’dan hareket eden donanmada, Piyale Paşa ile Akdeniz’in serin sularında yelken açıp, kürek çekip Limasol açıklarına demir atmadınsa, Lala Mustafa Paşa komutasında temmuz sıcağında Lefkoşa’nın Venedik surlarına dayanmadınsa, 1 Ağustos 1571’de Mağusa burçlarına Devlet-i Ali’nin adalet sancağını dikmedinse, sefer dönüşü de İnebahtı’da kahrından ölmedinse, senin tarihin köksüz ve kurudur kanki.
Şenlensin diye bu güzel ada Konya, Karaman, Niğde, Kayseri’den kadırgalara binip de yola revan olmadınsa, ilk Beylerbeyin Muzaffer Paşa zamanında Büyük Han’da atını yedirip tımarlamadınsa, St. Sophia Katedrali’ne Selimiye deyip çifte minareyi kondurmadınsa, Ebu Bekir Paşa Kemeri’nden de kana kana su içmedinse senin tarihin yavandır kanki.
307 yıl hangi anlayışla çan sesi ve ezan sesini birlikte dinlediğini akletmediysen, bu süreçte Hala Sultan’ın yüzü suyu hürmetine Larnaka’yı baş tacı etmedinse, son Osmanlı Valisi Besim Paşa 1571’de dikilen sancağı 1878’de gönderden indirip yerine kraliçenin bayrağı göğe yükselirken iki gözün iki çeşme ağlamadınsa, 5 Kasım 1914’te tek taraflı olarak ilhak ediyoruz sizi denildiğinde kan beynine sıçrayıp çıldırmadınsa, senin tarihin hissiyatsızdır, maneviyatsızdır kanki.
1950 Plebisitinde %90’ı Enosis’e rey veren Elen milletinin önünde bir abide gibi dikilip, gözlerinden kıvılcımlar çıktığını unuttuysan, 1955’te kurulan EOKA’ya karşı 1958’de o muhteşem mazine sığınarak Kuran, bayrak ve silah üzerine yemin ederek şanlı bir mukavemet gösterdiğini hatırlamıyorsan senin tarihin eskilerin masallarından başka bir şey değildir kanki.
1964’te Dillirga’da Mehmet Akif mısralarıyla “ben ezelden beridir hür yaşadım, hür yaşarım” şiarınca esir düşmek yerine son kurşunlarını kendilerine ayırıp kafalarına sıkmayı göze alan dedelerinin, son bir ümitle Anavatan’a telefon edip “gelirseniz kurtuluruz, gelmezseniz vatan sağ olsun” diyen mağrur sesi kulaklarında çınlamıyorsa, 1967’de Yunan Alayı bir sırtlan gibi seni hedef almışken senin için canını feda edip işkenceler altında tırnakları kerpeten ile sökülüp ölümsüzler kervanına karışan Cengiz Topel’in aziz hatırasına sahip çıkamıyorsan, daha 20 yaşında körpe, okulunu yarım bırakıp vatan aşkı ile Erenköy’e koşan ve bir saatli bomba ile sen bugün mangal yapasın diye(!) arşa çıkan Fotalı Süleyman Uluçamgil, lügatinde yoksa senin tarihin nankörlüğün tarihidir kanki.
Erenköy’den Anamur’a yol bağlayan kahraman bereketçiler Asaf Elmas ve Hikmet Rezvan sandalları ile beraber Akdeniz’in derin sularına gömüldüğünde için titremediyse, Limasol’da arkadaşları kurtulsun diye mevziiyi terk etmeyip el bombasının pimini çekip üstüne yatan ve bugün baban senin başını, yarın sen çocuğunun başını okşayasın diye sonsuzluğa yelken açan Şago hiç hatırında yoksa, 84 kişi ile Taşkent’ten ölüm yolculuğuna çıkan ve geride onlarca yetim, öksüz bırakan o hüzzam günleri hatırından silinip gittiyse,23 Nisan’ı çocuğunla kutlarken Muratağa, Atlılar, Sandallar’da diri diri toprağa gömülen sabiler zihninde yok hükmündeyse, 1974’te kötü ihtimalle bir soykırım, iyi ihtimalle pespaye bir azınlık olmaman için hayatlarının baharında ölümsüzlük şerbetini içen Mehmetçik ve Mücahitler için bir Fatiha’yı da çok görüyorsan kanki, senin tarihin kifayetsizdir.
Başını yastığa koyunca bir daha, bir daha düşün kanki… Ancak 55 yıl sonra bir mezar sahibi olabilen şehit öğretmen Hüseyin Ruso’yu, Tahtakale’de Zeki Halil ve Cemaliye Emirali’nin cansız bedenlerini, Kumsal’da kanlı bir küvette Hakan, Murat ve Kutsi’yi, Ayvasıl’ı hayal et. Huzur içinde sıcacık yatağında, kuş tüyü yastığında, polar battaniye sarılıp huzur ve güven içinde uykuya dalacaksan bunun tarihsel nedeni beynini yiyip bitirsin kanki.
Son söz olarak, KKTC’nin tarihi özü itibarı ile 1974 ya da 1960’a dayanıp o noktada bıçak gibi kesilen bir tarih değildir. Gerisinde de derin ve şanlı bir tarih yatmaktadır. Bu hissi kopukluğun her bir fert tarafından değerlendirilmesi gelecek adına güven verecektir. Neticede bu bir irtica değil, mülteci ruhların şanlı maziye ilticasıdır. Salisen, üniversite amfilerine ya da kitap sayfalarına sıkışmış, efkârı umumiye nüfuz etmemiş, histen ve lirizmden yoksun tarih manasız bir tarihtir. Tarih, bireye duruş ve tavır kazandırmıyorsa ancak lakırdı hükmündedir. Tarihten aldığımız bu tavırla Kıbrıs’ın tekrardan İngiltere’ye bağlanması gibi bir cümleyi sarf edebilen modern Karun’a destur verilmeyeceğini de beyan edelim.
Tüm yazıyı özetleyici nitelikte bir Yahya Kemal beyiti ile son noktayı koyalım:
Ne harabîyim ne harabatiyim,
Kökü mazide olan atiyim…
(Hira’dan gelen sese kulak verip oruca hürmet eden tüm Kıbrıs Türk halkına hayırlı ramazanlar dilerim.)