Bu nesirde bahsedilecek olan şey ne koronanın tarihi seyri, ne konuyla alakalı komplo teorileri, ne elleri nasıl yıkayacağımız, ne sosyal mesafemiz, ne KKTC hükümetinin önlemleri, Sağlık Bakanlığının tedbirleri, ne de bu illete bağlı olarak ülkemiz ekonomi ve siyasetinin gireceği girdap olacaktır.
Dünya Sağlık Örgütü’nün Korona ya da Covit 19 diye nitelendirdiği fakat aslında bizim, bunun sadece bir kod adı olduğunu, esas isminin ise sade ve çıplak bir telaffuzla “ölüm” diye okunduğunu biliyoruz. Unuttuğumuz, ötelediğimiz, kaçtığımız, üzerine tefekkür etmeyi bıraktığımız, hayatı manalı kılan ürpertici hakikat.
Bugün olmasa yarın ya da az bir zaman sonra dünya değirmeninin öğüteceği, kendine önem atfeden faniler olarak, korona vesilesiyle de olsa evlere kapanıp inzivaya çekildiğimiz şu günlerde, biraz kapitalist bir söylem olacak ama kriz ortamını fırsata çevirip iç âlemimizde ölüm muhasebemizi yapmak hepimiz için faydalı olabilir. Bu fırtınalı süreçten gazi olarak çıkabilirsek, bu zaman zarfında geçen ruh eğitimimizin; düşünce, davranış, tutum, tavır ve duruşumuza yansıması ise zor günlerin meyvesi olacaktır.
Her insanın farklı tecrübeleri vardır elbette, zere şahsım adına ölümün sıcak nefesini hissettiğim ilk vakıa 17 Ağustos 1999 Marmara Depremi oldu. O güne kadar muhakkak ki etrafımda ölüm olayları vuku buluyordu fakat düşüncem odur ki bu durumları benliğimde hissetmeyip ancak yüzeysel olarak hissedebiliyordum. Yaygın bir söylemle ateş hep düştüğü yeri yakıyordu. Gece 03:00 civarında zelzele başladığında, karanlıkta ayağa kalkıp odanın orta yerinde “noluyor lan” diyebilmiştim. Akabinde de önce dışarıya sonra tekrar içeriye koşmuştum. Zira dışarı çıkarken içeride kalan sevdiğim insanlar aklıma gelmişti. Dışarıdan tuhaf ve korkunç bir ses gelirken, on katlı apartman kutu gibi sallanıyor ve adeta kolon ve kirişlerin içindeki demir gıcırtıları duyuluyordu. Ya da o anda bana öyle gelmişti. Yani o anda bina göçmüş olsa idi son kelamım “noluyor lan” olacaktı. Bu olaydan sonra çok düşündüm, niye o anda kelime-i şahadet getirmek aklıma gelmedi diye; kahir ekseriyeti Müslüman olan bir ülkenin, Müslüman bir ferdi olarak.
Bu olaydan sonra bir şekilde hayat devam etti. Yine ölümü belli belirsiz bir idrak süreci ile iyi günler, kötü günler birbirini takip etti; ta ki 2018 yılına gelene kadar. Bu yıl içinde hayatımda büyük etkiye sahip ve önemli yer kaplayan üç insanı, üç kardeşi kaybedip, bir yıl içinde art arda üç kez mezara girmek ölüm hadisesini bir kez daha hiç silinmeyecek bir şekilde ruhuma nakşetti. Bu yıl içerisinde, eğitim için gittiğim Türkiye’de bana uzun yıllar kol kanat germiş olan amcamı, çok bir zaman geçmeden hiç beklenmedik bir anda babamı ve bundan birkaç ay sonra da halamı kara toprağın bağrına koyunca ölüm bambaşka bir hal aldı ruhumda.
Beyaz kundağa sarılmış bir bebek gibi; babamı kucağıma alıp bir hoşça kal bile diyemeden toprağa bıraktığımda, genç yaşta kanser hastası olup şuurunu yitirmeden önce boğazım düğümlenerek gözünün içine baka baka helalleşip, ebedi âleme uğradığım halamla birlikte ölüm mefhumunun her nevisini ziyadesi ile yaşayıp, tüm hücrelerimde hissettim diyebilirim. Morg çekmecesinde mütebessim bir ifadeyle babayı, teneşirde yıkanırken çocuk saflığında amcayı ve kefen içinde yatan halayı görünce artık hiçbir şey eskisi gibi olmuyor.
Şu anda ise nereden geldiği belirsiz bir virüs neticesinde ölmemek için demeyeyim ama güya kendi çapımızda ölümümüzü geciktirmek için “evde kalıyoruz”. Neticede şairin de dediği gibi erinde geçinde kim bilir nerde, nasıl, kaç yaşında, bir namazlık saltanatımız olacak taht misali o musalla taşında.
Mevzu dramatik olmakla birlikte ölüme dair insanı doyurucu, tatmin edici, teskin edici, açıklamayı hangi felsefe, hangi ideoloji, hangi düşünce akımı vermektedir bize. Her bireyin kendi içinde cevaplaması gereken büyük suallerden biri. Neticede hayatta yürüyeceğimiz yolun belirleyicisi ölümdür aslında. Konuya dair saf ve türev sosyalizmlerin açıklaması tatmin edici gelmiyor bana. Dini bir afyon olarak görüp, mümkün olmayan ve olasılık dışı bir hayalle yeryüzünde bir cennet kurmanın peşinde olan görüşe göre ölümden sonra ne olacağına dair de hiçbir açıklama mevcut değil. İnsan adına ölümden sonrası yokluk ve hiçlik. Bu bana adil gelmiyor. Mutlak adaleti arayan ruhuma bir mizan geren. Hakeza kapitalizm de özü itibarı ile ruhsuz bir tarz. Yutulmamak için büyük balık olma zorunluluğu, devamlı surette küçük balıkları yeme vahşetini ortaya çıkarıyor. Kapitalizmde zengin ölümle birlikte kaybedeceği malının marazında. Orta sınıf zengin olmanın hayalini kurarken, ev ve araba taksiti ödeyerek banka köleliği ile törpülüyor ömrü. Alt sınıf ise karın doyurma bahasına gece gündüz çalışıp Neyzen Tevfik söylemi ile önü yoktan sonu koftan bir kuru dava uğruna heder olup gidiyor. Bir de skeptikler var ki onlar neye inanıp neye inanmadıklarını dahi kestiremiyorlar. Kafada kocaman bir soru işareti ile ola da bilir olmaya da bilir diyerek gelip geçiyorlar.
Korona vesilesiyle kuyruğumuzun titrediği şu günler geçip, her şey düzeldiğinde biz yine aynı biz olarak mı yolumuza devam edeceğiz? Yoksa hayat dediğimiz ve bize bizim dışımızda, bizim irademizin üstünde bahşedilen, kimi zaman güzel kimi zaman ızdıraplı bu layüsel muammayı anlamlandırmaya çalışmayacak mıyız? Her nefsin ölümü tadacağını ve ecel geldiğinde ne bir vakit geri kalıp ne bir vakit ileri gideceğini cenazeden cenazeye mi hatırlayacağız? Hiç ölmeyecekmiş gibi dünyaya, yarın ölecekmiş gibi ahirete düsturunun sadece virgüle kadar olan kısmıyla mı hayata devam edeceğiz? Bir oyun ve oyalantıdan ibaret olan dünya hayatında ölümsüzlük iksirini bulmuşçasına umarsız, itinasız bir hayat bizi mi bekliyor? Nihayetinde ister “evde kalalım” ister de dağ başında en muhkem bir korunakta olalım dramatik bir şekilde öleceğiz.
Mevzu, bir Ahmet Kaya tabiriyle kısa çöpün uzun çöpten hakkını alacağı o günde, defterimizi sağ yanımızdan alabilecek hayat nizamını yeryüzünde iken tesis edebilecek miyiz? Azrail’e hoş geldin diyebilecek o ruhu, verilen mühlet içinde inşa edebilecek miyiz?
Son Söz: Öleceğiz müjdeler olsun, müjdeler olsun!
Ölümü de öldüren Rabbe, secdeler olsun!
(Not: Ben bu yazıyı yazarken ajanslar “evde kalan” ünlü futbolcu Ronaldo’nun Kuran’ı Kerim’i incelemeye başladığını duyuruyordu…)