Neler yazdı koca tarih değil mi? İyi, kötü, başarı, ihanet ve hırs içeren insanlığın tarihi ne acılarla, ne vahşetlerle dolu.
Ten renginden dolayı birbirilerini dışlamış insanlar. Taşlamış, zulmetmiş. Zenginler fakirlerin üstünde olmuş hep. Onların aşkları da, yaşamları da, evlatları da pek bir kıymetli olmuş.
Etten kemikten olan bir insan oturmuş, bir diğeri onun ayağını yıkamış. Onun yiyip de ‘artık’ diye attığı kemiği kemirmiş. Kadınlar taşlanmış, “kadın” insan mı yoksa başka bir tür bir canlı mı diye tartışmışlar.
Doğduğu kundakta bağlı olduğu ırktan ötürü öldürülen bebekler mi istersiniz, diri diri toprağa gömülen mi dersiniz?
Uykusuz ve gıdasız çalıştırılanlar,
Ait olduğu milleti ötekinin üstünde olduğunu ispatlamak adına başka bir millete soykırım yapma hakkını kendinde gören zihniyetler…
Dahası mı?
Kafataslarını ölçüp ari ırkını bulmaya çalışmış atalarımız… Mezar kazıp kafatasından kimin hangi ırka mensup olduğunu bulmaya çalışmışlar.
Bu sayacağım en masumane olanı kabul edilebilir belki… Koca orduları bir diğer gruba üstünlük sağlamak adına, yanlış savaş stratejileriyle ölüme sürükleyen liderler var. Var da var…
Bu kadar örneğe bakınca en büyük acıları ve trajedileri sınıflandırma, etiketleme ve ötekileştirmenin doğurduğunu söylemek mümkün. Kim, kimden? İnsan olmanın sınıfı var mı?
Bilim, bilim diyoruz hep… Bilim çağındayız artık. İşte efendim bilim her şeyin üstündedir. Bilim insanın dünyayı keşfini sağlayan, yaşam kalitesini yükselten böylelikle insan denilen canlıya anlam katan, diğer canlılardan ayıran falan filan…
Birileri denemiş, birileri bulmuş, başka birileri onu geliştirmiş, diğerleri de başarısı ispatlananı örnek alıp, uygulamaya koymuş…
En genel tanım ile gelişen dünyada; reformlar, modernlik, çağdaşlık, aydınlık gibi olgulara yapılan atıflar adeta adım adım insana verilen değeri ön plana çıkarmış.
Yaşadığı alanda bireyin varlığı, hakları, hukuksal olarak bunların desteklenmesi, yönetimde yeterince söz sahibi olması konuşulmuş. Ve hala bunların uygulanabilirliğini, ne oranda geliştirilebileceğini konuşuyoruz.
Değişen tarih ve insan figürleriyle giderek daha iyi yaşam koşullarına daha adaletli yapılara kavuşmayı hayal ediyoruz.
Yönetim biçimimiz, cinsiyet eşitliğine verdiğimiz değer, dezavantajlı gruplara sağlanan ayrıcalıklarımız kadar insan ve sağladıklarımız kadar devlet olabiliyoruz.
Son yüzyılda ise göç hareketlerinin artması, kaynakların, kişilerin hareketliliği, karşı konulamaz insan çeşitliliği ve çeşitlilikle sağlanan ahenk, (farklı topraklara ait insanların farklı yeteneklere sahip olması durumu) duruma yönelik sosyal\ toplumsal hayatta, eğitimde ve yönetimde yeni sistem arayışını bir bakıma zorunlu kılmıştır.
Bu çok kültürlü, çok çeşitli insan yapılarının oluşturduğu reformist toplumlar; nihayet “Çokkültürcülük” (Multiculturalism) olarak isimlendirilen, çok kültürlü yapılara, mevcut duruma yönelik politikalarla yaklaşmayı öngören bu sistemi uygulama koymuştur.
1970’li yıllarda Kanada’da yakılan bu barış ateşine başlarda eleştirel yaklaşılsa da; başta Amerika Birleşik Devletleri olmak üzere sayısız dünya devletince örnek alınmış ve her yönden (bireyin bütüne aidiyeti, işgücü olarak verimi, toplumsal iyileşme, zümresel değil toplumsal kalkınma) refaha olan etkisi tartışılmaz olmuştur.
Bu durum başlarda oluşturduğu gibi bugünde bir çok itirazı beraberinde getirse de; modelin egemen kabul edilen kültürün kaybedilmeksizin üstte tutularak, alttaki kültürlere de yaşam şansı tanımayı ve onları bütüne katarak entegre etmeyi işaret ettiğinden, talep görür ve ortak coğrafyayı paylaşan tüm kesimlerce istenilir hale gelmiştir (Kymlicka, 1998).
İşin özü insanları kategorize etmekten uzaklaşıp, insana sadece insan olduğu için değer vermenin bütüne sağlayacağı refah (dolayısıyla yine bireye) keşfedilmiş. Bu tamamen kuralsız bir yaşamı değil, bilakis sistemli bir yükselişi göstermiş.
Pekiiii, evet.. Ben söylemeden, geleceğim noktayı siz tahmin ettiniz diye düşünüyorum.
Biz bugün canım ülkemde neyi tartışıyoruz bilin bakalım? 3. Dünya ülkesinden gelip, salgında adada kısılmış insanımsı canlılar. 3. Dünya ülkelilere (bu da ne demekse) ekmek verelim mi, vermeylim mi? Bu tabloyu görünce insanlığın aslında başladığı noktada olduğunu düşünmemek elde değil.
İnsan mı, vatandaş mı, yurttaş mı, oyu var mı, acıkır mı? Açlığın vatandaşlığı olur mu? Zaten verilecek 1500 tl ile ekmek bile alamayacak olan işçi sınıfına dâhil mi? Değil mi? Öğrencileri zaten boşver. Napalım gelmeselerdi…
****************
O boş yere beslediğiniz müsteşar grubu napallar? Eyidiller? Bir Girne’de, bir Lefkoşa’da evi olan, limanda teknesi olan o atadığınız müdürcükler, vekiller. Varmaya da canları sıkılır şimdi şu garantina var.
Götürün bicez Afrikalı ayaklarına. Örsün genlere saçlarını. Aman ha! Yok dokunasınız o grubun maaşına… Salgın malgın dinlemez vallahi yeller bizi urubalarınan…
Bir sallantıda ilk önce yoksul, sonra orta sınıf, sonra zenginler sarsılıyorsa orada adalet değil, eziyet vardır. Tartıştığınız insan canıdır ve açlık; çözümü en basit olan, en acımasız eziyet şeklidir. Dikkat edin kararlarınız tarihteki utançlarınız olarak kalmasın!
( Salgının ilk gününden itibaren üst düzey maaş alıp “bizden kesinti yapın” diye paralanan dostlara selam olsun. Onları bu eleştirimde tenzih ediyorum. )